Dolu dolu tam beş yılımın geçtiği, bir asırdan fazlasını geride bırakıp, bir buçuk asra dayanan tarihiyle; tüm hatıralarını tozlu sınıflarının içerisinde ve bahçesinde bırakan Trabzon Lisesi günleri, ömrümün en güzel yıllarından bir parçasıdır.
Acaba geri dönüp aynı arkadaşlar, aynı sınıflarla ve aynı öğretmenlerimizle yeniden başlayıp yeniden okuyabilir miyiz? O, basılmaktan eriyen mozaik merdivenlerini yeniden çıkabilir miyiz!
Ne kadar çok ayak izleri vardır değil mi? Bugüne kadar yaklaşık 200 bin civarında mezun veren yakın milyarlarca kere ayak basılmış okulun iç merdivenleri ve kimlerin ayak izleri var değil mi orada, bir ömür gibi geçen anılarıyla her tarafı çakıyla isimler ve ortasından ok girmiş kalp işaretleri yapılarak oyulmuş, yazılmış, sınıflardaki ahşap masalarımızın üzerinde bıraktığımız tarihi kalıntılarımız!
144 yıllık geçmişiyle, 137 yıllık eğitim ve öğretim süreciyle, neredeyse 1,5 asra dayanan bu okul içinde görülmesi gereken yerleriyle de, aslında turist kafilelerinin de yaz sezonunda gezip göreceği tarihi mekanlar arasına girmeli artık!
Aklına düştükçe, koridorlarında dolaşırken omuzlarımıza hüzün çöken, kendine has kokusunun iç ve dış duvarlarına, içine sindiği bu Trabzon Lisesi’nde çok hatıralarımız var tabi ki, birçok arkadaşımızın olduğu gibi!
Evet, Dünya Liseler Arası Futbol Şampiyonası’nda; yurt dışındaki finallerde, değişik yıllarda 3 kez final oynayan ve iki kez dünya 2. liği ve bir kez de dünya şampiyonu olan bu okulumuzda bir çok anımız var.
*
Neşe ve hüzünle arkada bıraktığımız, ben size bunların acı ve tatlı olmayan drama da dönüşmemiş! Sadece o gün bize gırgır olsun, makara olsun diye oyun gibi gelen, ilginç günlerimizden birini biraz gerilerden gelerek yazayım; 1976-77 okul sezonunda; Lisede o yıllarda 1. Sınıflar, 4. Sınıf olarak adlandırılıyordu. 4-N sınıfındaydım. Okul müdürümüz rahmetli Lütfü Ersoy İdi. Sınıfın başkan yardımcısıydım. Sporcuydum, haylazdım, zekiydim ama ders çalışmayan tembel bir öğrenciydim. O dönemlerde, yani şimdiki gibi değil! Eğitimin zirve oluğu yıllarda okulda Fen ve Edebiyat diye sınıfların ayrıldığı iki ayrı bölüm vardı, doğrusuydu buydu. Şimdi ki eğitim sistemi mi? Bana göre siyaset ders kitaplarına sokularak dibe vurmuş!
Edebiyat Bölümü’nde okumak isterken, ağabeyimin rahmetli babama yaptığı baskıyla üniversite sınavını kazanabilmek adına, zorla Fen bölümüne yazdırılmıştım. Bu üç yıllık okulu gecikmeli bitirebilmeme neden olmuştu. Lise 1’de tekrar kalınca, bir yıllığına sadece kaldığımız derslere girebilmek için, Fatih Mahallesi’ndeki Fatih Ortaokulu’na sürülmüştük. Bom boş olan en üst koridor 1978-79 Eğitim ve Öğretim sezonunda, bizimle birlikte Fatih Lisesi’de olmuştu. Öğretmenleri de lise öğretmeni. O yıl oraya, Trabzon Lisesi’nden giden bazı derslerden sınıfta kalmış tüm öğrenciler, sadece kaldıkları derslerde sınıfa girip ders dinleyebiliyorlar, diğer derslere girmiyorlardı. Ben 5 dersten derslere girmiş, yıl sonunda beş dersi de verip lise 2. sınıfa, yani o zamanki tanımıyla 5. sınıfa geçmiştim.
Yalnız Trabzon Lisesi, Fatih Lisesi’nde sınıfını geçip, lise 2. Sınıfa tekrar eski okullarına dönmek isteyen bu öğrencilerini asla okula geri almıyordu. Ben daha bizimle yeni lise olmuş bu okulda okumam, Trabzon Lisesi’nden mezun olacağım inadıyla ve Trabzon’da bir okulun müdiresi olan bir akrabamın torpiliyle, yeniden okuluma dönmüştüm. Yani; 5 Fen F’ye, yıl 1979-80 dönemi.
*
Anlayacağınız o zaman 3 yıl olan liselerde 3. sınıfa geldiğimde, kendimi halen daha sınıf arkadaşları olarak görüştüğümüz 6 Fen İ’ de sınıf başkanı olarak buldum. Yaş olarak da sınıfın en büyük iki, üç öğrencisinden biriydim yanlış hatırlamıyorsam. Okulda futbol oynuyorduk. Arka bahçe de basket ve alt salonda masa tenisi yan branşlarımızdı adeta. İsteyen kız öğrencilere boş zamanlarımda iyi oynadığım söylenen masa tenisini öğretiyordum. Daha doğrusu öğretmeye çalışıyordum. Bu işin piri o yıllarda okulun başarılı Matematik öğretmenlerinden rahmetli Şenol Esmer idi. Bazen de arka bahçede beşe beş iddialı basket maçları yapıyorduk. Asıl ağırlığım futbol ve okulda düzenlediğim, en sonunda 6 Fen K ile final oynayıp, sınıf olarak 2-0’lık skorla şampiyon olduğumuz tüm sınıfların katıldığı futbol turnuvası idi. 1981-82 dönemi, okul müdürümüz aynı zamanda futbol hakemi olan rahmetli Kemalettin Dilaver idi.
Son sınıf öğrencisiydik, sabahçı ve öğleci olan sınıflar vardı. Biz sabahçıydık, öğlede okul bitiyor. Öğleden sonrada öğleci sınıflar okula giriyordu. Biz sınıfta iken derste sınıfın üstünde bir gürültü oluşuyordu. Sınıfımız en üst katta koridorun doğu yakasındaydı. Şimdi orada kız öğrencilerin yatakhanesi var. Yani bizim sınıf maalesef yatakhane olmuş! Okulun çevresindeki tüm yakın mahallelerin haylaz çocukları da buraya kayıt olurdu. Sağdan soldan gelenler ve yatılı öğrenciler dahil sabahçı ve öğleci olmak üzere okulda bir günde yaklaşık 3 bin öğrenci, eğitim ve öğretim görürdü. Ayrıca okulda bir rehabilitasyondan geçerdik.
Geçtiğimiz yıllarda klasik liseden Fen Lisesi’ne dönüştürülen okulumuzda, artık güzel bir görüntü veren o kalabalık öğrenci sayısı yok. Sabah okula giren öğrenciler, ikindi vakitlerinde son ders ziliyle evlerine ya da yatakhanelerine dönüyorlar. Sadece az sayıda yani 550 kadar öğrenci, sınıfları paylaşmış durumda, okulun ilk iki katını yani. Son 3. kat ise öğrenci fazla olmayınca yatılı okuyan kız öğrenciler için, kızlar yatakhanesi olmuş. Dilerim; okulun adı şimdiki gibi ‘’Trabzon Fen Lisesi’’ değil, tekrar ‘’Trabzon Lisesi’’ olur ama yine okula sınav ile öğrenci alınmasına devam eder. Evet; öğlen saati gelince derslerimiz bitiyor, 6. sınıf olan bizim arkamızdan öğleci olan 4. sınıf, bizim sınıfımıza giriyordu ve biz o ara evin yolunu tutmuş oluyorduk.
*
En üst kattaki sınıfımızın üstünden her sabah gürültüler ve uğultular geliyordu. Bununla ilgili sınıfta korku esprileri yapıyorduk. Bir gün, sınıftaki diğer arkadaşların haberi olmadan bir kaç arkadaşımızla kafa kafaya verdik. Yukarıdan tavan arasından yani çatıdan gelen tuhaf sesler neydi? Merak ediyorduk ve bunu öğrenecektik. Peki çatıya nasıl çıkacaktık? Yine bir gün öğleden sonra bir boş ders saatinde; dört kafadar sınıftan çıktık. Hemen sağımızdaki erkek tuvaletine girdik. Girişte başınızı kaldırınca üstte bir kapak vardı ama yüksekti. Anladık ki, bu kapağın ardı tavan arasına açılıyordu.
Okulun çadır şeklindeki çatısı ile tavan arasından gelen uğultu neydi? Hem merak ediyor hem de korkuyorduk ama merak işte o tavana çıkacaktık. Fakat başımızın üzerindeki bir insanın rahatlıkla içinden geçebileceği kapak yüksekteydi. Bir uzun iskele bulmamız gerekiyordu . Erkek tuvaletlerinin olduğu uzun koridorun doğusundaki arka iç merdivenlerden inerek, şehir dışından gelip kalan erkek yatılı öğrencilerin zor şartlarda kaldığı yere, bodrum katına indik. (O zaman yatılı kız öğrenci yoktu)
Oradaki odalarda malzemeler, tahta parçaları, somyalar, masalar, sandalyeler, eski eşyalar, okulun bando takımından kalan, ziller, trampetler, davullar ve borazan gibi, genelde kullanılmış malzemeleri oluyordu. Gözümüze bir ara tahta bir iskele çarpmıştı 5-6 metre boyunda. Onu bulduk ve herkes bir ucundan tuttu, tekrar en üst kattaki erkek tuvaletine geldik. Bizim sınıfa yakındı. İskeleyi duvara dayadık ve heyecanla merdivenlerden ilk çıkan kapağı geriye doğru açtı ve tavan arasına kendini attı. Ardından biz de sırayla ve heyecanla 7-8 basamaklı el yapımı tahta merdivenden tırmandık ve tavan arasına çıktık.
*
Aman Allah’ım birde ne görelim? Yüzlerce güvercinin; paçalısından, taklacısına, siyahından, grisine, beyazına kadar bizi fark etmesiyle havalanması, sağa sola uçuşmaları bize ve birbirlerine havada çarpmaları harika bir manzara olduğu kadarda ürkütücü idi. ABD’nin eski 1963 yapımı olan gerilim-korku filmi ‘’Kuşlar’’dan bir sahnenin içerisindeydik sanki ve yerler, zemin olduğu gibi güvercinlerin dışkısıyla bazı telef olmuş yerde cansız yatan, çürümeye yüz tutmuş güvercinlerle kaplıydı. Yaralı ve hasta güvercinler, bir köşeye sinmiş, gizlenmişlerdi sanki ölmek için!
Bastığımız her yer güvercin gübresiydi ve kuşlarla beraber etraftan tozda kalkıyordu. Sağdan, soldan bazı yerleri açık olan yan taraflardan içeriye sızan güneş ışıkları, çatı arasını tozla karışık bir ışık kümesine çevirirken, tam ortadan okulun batı yönüne tavan arasından yürümeye başladıkça, kuşlar sağa-sola doğru yoğun kanat sesleriyle kaçışmaya başlıyordu.
Başımız tavana değmiyordu. Tavan arası yanlış hatırlamıyorsam, boyumuzdan çok az yüksekti. Bir tünelden geçer gibiydik. Etrafta telef olmuş güvercinler ve dışkıları yüzünden biraz da ağır bir koku hakimdi çatıda, büyük bir kuş kafesinin kokusunu düşünün.
Batı yönüne yan duvara kadar sessizce yürümeye çalıştık . Çünkü; tavan boyunca altımızda sınıflar vardı ve ders yapıyorlardı. Bir haytalık yapalım dedik ama ne yapalım diye düşünürken, tavan arasında batı yönündeki duvarın dibinden, doğu yönüne bizim sınıfın üstüne doğru tam çatının ortasından, en üst kattaki bütün sınıfların üzerinde ayaklarımızı yere sertçe vura, vura karşı duvara kadar koşalım, dedik.
Olur mu, olmaz mı? bile daha demeden gürültülü bir şekilde gülerek, başımızı da bir yere çarpmamak için dikkat ederek, bağrışarak koşmaya başladık bir buçuk dakika sonra, tahmini olarak bizim sınıfın üstündeydik. Ders boştu zaten, arkadaşlar sınıftaydı ve sınıfta öğretmen yoktu. Başladık bizim sınıfın üstünde zıplamaya ve gürültü yapmaya, biz zıpladıkça sınıfın tavanından tozlar tabana doğru, sıraların üstüne dökülmeye başlamıştı. Sınıftakileri herhalde bir panik almıştı. Başlarının üstünde neler oluyordu.
Sınıftan arkadaşlar bu durumu acilen idareye bildirene kadar, biz tavan arasını terk etmiş ve iskeleyi yine omuzlayarak arka merdivenlerden kimseye görünmeden aldığımız yere dört kat aşağıya bodruma indirip duvara yaslamıştık. Tüm öğrenciler dersteydi ve tuvaletlerin olduğu bölüm boştu, tavan arasından inerken bizi kimse görmedi.
Ardından, zemin katın altında bulunan 1980’den sonra yapılan bir mescid vardı. Onun yanındaki çeşmelerden ellerimizi yüzümüzü yıkadık, üstümüz başımız ve ayakkabılarımızın üstünü sildik. Kendimize üstümüze başımıza, kravatlarımıza bir çeki düzen verdik . O arada zil çalınca teneffüste kalabalığa karışarak bahçeye çıktık. Bir iki öğretmen şikayet üzerine, bizim gibi tavan arasına çıkmış, ürkütücü gürültünün sebebini araştırmış ama bulamamış ve hayret etmişlerdi. O sesler neydi diye?
‘İçeri sınıflara girin’ ziliyle, sallana sallana sınıfa döndük. Ders boş değildi, öğretmen gelecekti. Sınıftakiler bizi görünce; heyecanla neredeydiniz ya, olanları duydunuz mu, gördünüz mü? Diyince, bizde:‘Yoo ne oldu ki? ‘’ diye salağa yatmıştık. Onların heyecanla anlattıklarını bizde bilmiyormuş gibi hayretle dinler gibi yaparak ‘ Yok ya, vay anasını, yapma yaa, vay be!’ diyerek, fal taşı gibi açılmış gözlerimizle dinlemiştik.
Yaptığımızı tabi ki bir süre kimselere söylemeyecektik. Sular durulduktan ve o gün unutulduktan haftalar sonra, olanları yine bir boş derste anlatarak, sınıftaki diğer arkadaşlarımızla paylaşmıştık. Onlarda bize ‘’ Hee he oldu bizde inandık. Tabi tabi, o gürültüleri çıkaran sizdiniz.‘’ sözlerini alaylı bir şekilde cevaplayarak bize inanmamışlardı.
*
Yıllar sonra duyduk ki; güvercin sürülerinin adeta koloni kurdukları o güvenli tavan arasını, bizim dönemin idareci öğretmenlerinden, okul müdürü olarak görev yapan Ömer Eyüboğlu temizletmiş, güvercinlerin tavan arasına girdikleri açık yerleri kapatmış, okulun iç ve dış yüzünü, dizaynını çok güzel bir duruma getirmişti. Sınıflardaki o eski ahşap yıllarca kullanılmış sıralar ve klasik bir lisenin, Fen Lisesi olarak değişmesi bizi tabi ki çok üzmüştü. Şimdi bilmiyorum o güvercin kolonisi yine orada mı? Yine mutlu bir şekilde yaşayıp, koklaşıp, kanat çırpıyorlar mı?
Yoksa bizler gibi onlarda mezun olup, okulu tavan arasından uçarak terk mi etmişlerdi?
O kalabalık cıvıl, cıvıl okula alışan güvercinler; koridorlarda ve bahçede koşuşturan çok sayıdaki öğrencileri göremeyince, yoksa küstüler mi bize!
Sanırım bizimle beraber; o güzel günlerin ardından o yıllarda, üniversite eğitimi ayarındaki okulumuzun önünde dikili duran, yıllara tanık manolya ağacının üzerinden, güvercin kolonisi göğsünü esen rüzgara; Lodosa verip, yanlara doğru gerilmiş kanatlarını son kez çırparak, çekip gitmişti.